Biz Büyükada’yı çok seviyoruz. Hem Prens Adaları içindeki en güzel ada; hem de bu adanın gerçekten ruhu olduğunu düşünüyoruz. Bu yüzden birbirimizin hayatına girdikten sonra da günübirlik bir rota planlayıp gezdiğimiz ilk yer Büyükada oldu. Ve turumuzun en önemli parçası da Aya Yorgi Kilisesi.
Hani vapur yavaş yavaş Büyükada’ya yaklaşırken insanın içini bir heyecan kaplıyor ya; tarih kokan sokaklarda, eski köşklerin aralarında gezinmenin heyecanı… işte Aya Yorgi’ye tırmanırken çıktığınız yokuşta o heyecan yerini büyük bir yorgunluğa bırakıyor ama sonunda muhteşem bir manzaraya sahip mükafatınız da sizi bekliyor.
Bizim gittiğimizde, iskeleden Aya Yorgi’ye gitmenin üç yolu vardı. Faytona binmek, bisiklet ile gitmek ya da yürümek. Üç yoldan hangisini seçerseniz seçin Lunapark Meydanı’na geldiğinizde önünüzdeki yokuşu yürüyerek tırmanmanız gerekiyordu. Gerçi o yokuşta bisiklet kullananlar da vardı, takdire şayan. Biz faytona binmeye karşı olduğumuzdan yürümeyi tercih ettik. Ama şimdi gitseydik zaten faytonların yerini elektrikli araçlar aldığı için onları kullanabilirdik. Lunapark Meydanı’na geldiğimizde biraz soluklandık ve önümüzde 850 metrelik bir yokuş olduğunun bilinciyle tırmanmaya başladık. Gerçekten bunu yapmak çok zor. Yarısına kadar bir şey hissetmiyorsunuz da ordan sonrası çok zorluyor. Üstelik artık yolu yarı ettiğiniz için dönmeyi de düşünmüyorsunuz. Yukarılara çıktıkça manzara da yavaş yavaş gösteriyor kendini ve dayanıyorsunuz. Ama yolu tamamladığınıza hiç pişman olmuyorsunuz.
Deniz seviyesinden 204 metre yüksekte bulunan Yüce Tepe’deki Aya Yorgi Kilisesi, yani Hristiyan Ortodoksların göz bebeği; Agios Georgios Rum Ortodoks Manastırı, 1751 yılında yapılmış. Adını M.S. 3. yüzyılda Hristiyan olduğu için öldürülen Kapadokyalı Aziz Georgios (Aya Yorgi)’tan alan bu iki katlı, kiremit örtülü küçük yapı “Eski Kilise” diye biliniyor. Çan kulesinin arkasındaki kesme taştan yapılan bölüm, yeni Aya Yorgi Kilisesi. 1905’te yapılan ve 1909’da kullanıma açılan mekân, Ortodoks kilisesinin otoritesi sayılan Başpiskoposluğun, Türkiye’de kabul ettiği manastır olma özelliğini taşıyor. Ortodoks mezhebinde 23 Nisan, Yorgo’ların “isim günü” olarak kabul ediliyor. 24 Eylül ise Hz. İsa’nın havarisi Paulus’un yaydığı yeni dine kendini adayan ve defalarca öldürülmeye çalışılsa da mucize sonucu kurtulan Aya Thekla’nın anıldığı tarih. Bu tarihlerde Aya Yorgi’ye giden yolu çıplak ayakla ve hiç konuşmadan takip edenlerin yarı hacı olduğuna inanılıyor; çünkü Aya Yorgi Kilisesi, Efes’teki Meryem Ana’nın evi ile birlikte Hristiyanlar tarafından Türkiye’deki iki hac noktasından biri kabul ediliyor.
Efsaneye göre Aya Yorgi, bir çobanın rüyasına girmiş ve kiliseye uzanan yolu tırmanmasını, çan ve çıngırak sesleri duyduğu yerde durup kazmasını söylemiş. Başta rüyayı önemsemeyen çoban, üç gece üst üste aynı rüyayı görünce azize kulak vermiş. Tarif edilen kilise yolunu; çıplak ayakla ve hiç konuşmadan tırmanmış. Çan sesi duyduğunda da burayı kazmaya başlamış. Kazdıkça her biri gömüldüğü günkü kadar yeni görünen bir takım kutsal objeler bulmuş. Rivayete göre; Bizans döneminde işgal edilen Büyükada’nın papazları, ikona ve kutsal cisimleri kurtarmak için toprağa gömmüşler. İşte kilisenin en çok göze çarpan motifi, denizden çıkan canavarı mızrağı ile yere seren Aya Yorgi ikonası böyle bulunmuş.
Özellikle 23 nisan ve 24 eylülde, bir ip makarasını aça aça koparmadan, konuşmadan ve çıplak ayakla kiliseye kadar yürüyüp dilek dileyenlerin, dileklerinin gerçekleştiğine inanılıyor. Ve bunlar renklerine göre bile ayrılıyor. Kırmızı ip aşkı, beyaz ip sağlığı ve huzuru simgeliyor. Bu aşamayı başarıyla tamamlayanların dileklerini dileyip gönüllerinden kopan bir miktar para ile kiliseden bir çan ya da anahtar alması gerekiyor. Dileği gerçekleştiğinde getirip iade etmekte şart. Son olarak mum yakıp bırakarak dilek dileme ritüeli tamamlanmış oluyor ama dilek gerçekleşirse kilisede şeker dağıtmak ya da kiliseye yağ bağışlamak gerekiyor. Eskilerde kandil yağı bağışlanması için getirilen bu kural şimdi ayçiçek ve zeytinyağına dönüşmüş ancak bağışlanan yağlar ihtiyaç sahiplerine dağıtılıyormuş.
Tüm bunları okuduğumuzda batıl inanç olduğunu biliyorduk ve tamamen kültür gezisi yapmak, manzaranın tadını çıkarmak için gittik ama kilisenin gerçekten bir ruhu olduğuna inandık. Belki de gitmeden önce okuduklarımız bizi etkilemiştir bilmiyoruz ama biz Aya Yorgi Kilisesi’nin gerçekten bir enerjisi olduğunu hissettik. Tüm bu güzel hislerin yanı sıra, ne tarafa dönseniz mavinin bir tonu ile karşılaşmak; bu kadar yüksek bir tepeden İstanbul’u izlemek, sessiz sakin bir yerde doğa ile baş başa olmak bize tarif edemeyeceğimiz anlar yaşattı. Bizim Aya Yorgi’ye yeniden yolumuz düşer mi bilmiyoruz ama merak edenlerin, üşenmeden mutlaka gidip görmesi gereken bir yer diye düşünüyoruz ve kesinlikle tavsiye ediyoruz.
Bu arada biz belirtilen özel günlerden birinde gitmedik ama gitmişken bir dilek dileyip mum bıraktık. Dileğimiz, birlikte güzel bir yaşam sürmekti…