Bir şehir düşünün; içinde ülkenin istisnasız her şehrinden gelip yerleşmiş insanları barındıran. Bununla kalmayıp kendi ülkelerindeki savaştan kaçan insanlara kucak açan, göç alımı asla durmayan bir şehir. Sadece şu iki satırda bile kalabalığı, kargaşası, koşuşturması özetleniyor aslında. Ama olumsuz özellikleri sayfalarca yazılacak olsa da güzelliği tüm olumsuzlukların üzerini örten bir şehir bu…
İstanbul; yüzyıllar boyunca büyük medeniyetlere ev sahipliği yaptığı için kültürel anlamda çok zengin bir şehir. Gerek coğrafi konumu; gerek mimari yapılarıyla her zaman göz kamaştırmaya devam edecek. Tabi ki tamamını bir günde gezmek asla mümkün olabilecek bir şey değil. O yüzden sizlere tarih kokan küçük bir tur hazırladık.
Turumuz Beyazıt Meydanı’ndan başlıyor. Beyazıt Meydanı; aynı zamanda İstanbul Tarihi Yarımada’nın merkezi olarak da anılmaktadır. Bizans döneminde de kentin en önemli meydanı olan Beyazıt Meydanı; üniversite, çarşı, sahaf, cami gibi birçok mekana ev sahipliği yaptığı için ulaşım araçlarının odak noktasıdır. Kapalı Çarşı’nın Beyazıt Kapısı ile Sahaflar Çarşısı birbirlerine çok yakındır. Turu gerçekleştirecek olanlardan aynı zamanda alışveriş yapmak isteyen de varsa buralar ilgilerini çekecektir.
Kitap düşkünleri için Sahaflar Çarşısı bambaşka bir dünya. Aslında herkes tarafından önceki kadar eski kitapların bulunamadığı, yeni çıkan ders kitaplarına ağırlık verildiği aşikar olsa da; tarihi dokusu ve kitap kokusu bile yetiyor insana. Ülkemizdeki sahafların duayeni olarak kabul edilen İbrahim Manav’a ait dükkan da Sahaflar Çarşısı’nın içindedir.
Sultanahmet’e doğru yürüyerek turumuza devam ediyoruz. Yürümek istemeyenler Beyazıt İstasyonu’ndan tramvaya binerek turumuzda bahsedeceğimiz tüm noktalara kolaylıkla ulaşabilirler. Ama yol kenarlarındaki hediyelik eşya, halı, antika ürünler satan mağazalara bakarak ve aynı zamanda tarihi içine çekerek yürümek çok iyi geliyor insana. Öyle tuhaf ki hem tarihi yapı diyoruz, eskiyi hissediyoruz; hem de mağazalarda teknolojik ürünler satılıyor. Tamamen farklı iki durum bir arada yaşıyor.
Sultanahmet Meydanı’na varınca ne yana baksanız bir güzellik bekliyor sizleri. Sultanahmet Camii ve Ayasofya Camii birbirlerini kıskandırmaya çalışıyorlar sanki karşılıklı. Meydan; İstanbul’un en önemli meydanlarından biridir. Bizans döneminde Hipodrom, Osmanlı döneminde At Meydanı olarak bilinir.
Tüm dünyada Blue Mosque olarak bilinen Sultanahmet Camii, 1609-1617 yılları arasında Osmanlı Padişahı I. Ahmed tarafından Mimar Sedefkâr Mehmed Ağa’ya yaptırılmıştır. Bu adı almasının sebebi; duvarlarını kaplayan çini ve kalem işi süslemelerindeki hakim rengin mavi olmasıdır. Cami, diğerlerinin hiçbirinde olmadığı kadar aydınlık ve ferahtır. Tam bir mimari harika olan caminin ziyaretçisi; hafta içi hafta sonu fark etmeden her zaman çok fazla oluyor.
Ayasofya Camii
Tam karşıda Ayasofya Camii bulunuyor. Dünya mimarlık tarihinin günümüze kadar ayakta kalmış en önemli anıtları arasında yer alan Ayasofya; mimarisi, ihtişamı, büyüklüğü ve işlevselliği yönünden sanat dünyası açısından önemli bir yer teşkil etmektedir. Doğu Roma İmparatorluğu’nun İstanbul’da yapmış olduğu en büyük kilisedir. Ayasofya, Fatih Sultan Mehmed’in 1453’te İstanbul’u fethetmesiyle camiye çevrilmiştir. Fetihten hemen sonra yapı güçlendirilerek en iyi şekilde korunmuş ve Osmanlı Dönemi ilaveleri ile birlikte cami olarak varlığını sürdürmüştür. Ayasofya Mustafa Kemal Atatürk’ün emri ve Bakanlar Kurulu kararı ile müzeye çevrilmiştir. 2020 yılında Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi ile Diyanet İşleri Başkanlığı’na devredilerek yeniden cami statüsüne alınmıştır.
Yerebatan Sarnıcı
Tramvay yolunun sağ tarafında Sultanahmet Meydanı; sol tarafında Yerebatan Sarnıcı bulunmaktadır. Yerebatan Sarnıcı İstanbul’un en büyük kapalı sarnıcıdır. Eşsiz bir güzelliğe sahip sarnıç; uzunluğu 140 metre, genişliği 70 metre olan dikdörtgen biçiminde bir alanı kaplayan, dev bir yapıdır. Yaklaşık 100.000 ton su depolama kapasitesine sahiptir. İstanbul’un Osmanlılar tarafından 1453 yılında fethinden sonra padişahların oturduğu Topkapı Sarayı’nın bahçelerine buradan su verilmiştir. 2021 itibari ile restorasyon sebebiyle ziyarete kapalıdır.
Yerebatan Sarnıcı kapalı olunca biz de yeni bir keşif yaptık ve Şerefiye Sarnıcı’nı görmek istedik. Bizans İmparatoru 2. Theodosius emriyle, Bozdoğan Kemeri’nden su depolayabilme amacı ile yapımına başlanan sarnıç, 443 yılında tamamlanabilmiştir. Şerefiye Sarnıcı, Türkiye’nin ilk 360° Projection Mapping sistemine sahip müzesi ve dünyada bu sistemin entegre edildiği en eski yapı olma özelliğini taşıyor. Her saat başı başlayan, yaklaşık 10 dakika süren ve mekân algısını üç boyutlu tecrübe edebileceğiniz bir gösteri karşılıyor sizleri. İnanılmaz bir deneyimdi, kesinlikle tavsiyemizdir. Giriş ücreti 30 ₺, öğrenciye ve 10 ₺.
Gezimize Topkapı Sarayı ile devam ediyoruz. Topkapı Sarayı’nın devasa kapısından içeri girerken sanki günümüzden Osmanlı dönemine geçen bir kapıymış hissi uyanıyor insanda. Bahçedeki asırlık ağaçları saygıyla selamlıyorsunuz; tüm koşullara rağmen bu kadar yıldır böylesine sağlam kalabildikleri için. Topkapı Sarayı; Osmanlı İmparatorluğu’nun altı yüz yıllık tarihinin dört yüz yılı boyunca, devletin idare merkezi olarak kullanılan ve Osmanlı padişahlarının yaşadığı saraydır. Bir zamanlar içinde dört bine yakın insan yaşamıştır. 9 Ekim 1924 tarihinde müze olarak ziyarete açılmıştır. Günümüzde büyük turist kitlelerini kendine çeken saray 1985 yılında UNESCO Dünya Mirasları Listesi’ne giren İstanbul Tarihi Yarımada içerisindeki tarihi eserlerin en başında gelmektedir.
Burada hemen bir not düşelim. Biz birlikte gezmeye başlamadan önce ayrı ayrı Topkapı Sarayı’nı gezmiş olsakta henüz birlikte gitmedik. En kısa zamanda bir müze ve fotoğraf turu yapmayı planlıyoruz. Böylece Topkapı Sarayı için detaylı bir blog yazısı hazırlama fırsatı da bulacağız 🙂 ama bu turumuzda daha kısa sürede gezebileceğimizi düşündüğümüz İstanbul Arkeoloji Müzesi’ni gezdik. Ama yanılmışız…
İstanbul Arkeoloji Müzesi, çeşitli kültürlere ait bir milyonu aşkın eserle, dünyanın en büyük müzeleri arasında yer almaktaymış 🙂 19. yüzyılın sonlarında ressam Osman Hamdi Bey tarafından kurulmuş.1881 yılında Osman Hamdi Bey’in müze müdürlüğüne atanması ile birlikte Türk müzeciliğinde yeni bir çığır açılır. Osman Hamdi Bey 1887-1888 yılları arasında Sidon’da yaptığı kazılar sonucunda Sidon Kral Nekropolü’ne ulaşmış ve dünyaca ünlü İskender Lahdi başta olmak üzere pek çok lahit ile İstanbul’a dönmüştür. İstanbul Arkeoloji Müzeleri kompleksi içerisinde en eski yapı (Miladi 1472) Çinili Köşk’tür. Şu anda Türk çini ve seramik örneklerinin sergilendiği Çinili Köşk Müzesi, İstanbul’daki Osmanlı dönemi sivil mimari örneklerinin en eskilerindendir. Biz geze geze bitiremedik. Zaten antik eserlere ilgimiz olduğundan çok etkilendik. Hatta Likya Lahdi’ni gördüğümüzde biraz duygulanmış olabiliriz 🙂 Çok sevdiğimiz “Işık Ülkesi – Likya” yazımızı buradan okuyabilirsiniz. Son olarak giriş ücreti 60 ₺, Müzekart sahiplerine ücretsiz.
Likya Lahdi
Bir sonraki durağımız Gülhane Parkı. Osmanlı döneminde Topkapı Sarayı’nın dış bahçesi olan Gülhane’nin içinde çok sayıda gül bahçesi barındırdığı söylenmektedir. Parkın Sarayburnu kısmında, Mustafa Kemal Atatürk’ün Cumhuriyetten sonra dikilen ilk heykeli bulunmaktadır. Atatürk, latin harflerini halka ilk defa bu parkta 1 Eylül 1928 tarihinde göstermiştir. Atatürk’ün naaşı Ankara’ya gönderilirken, İstanbul’daki son tören Gülhane Parkı’nın Sarayburnu bölümünde 19 Kasım 1938 tarihinde yapılmıştır.
Eminönü’nden Galata Kulesi
Yol kenarındaki dükkanlara bakarak uzun bir yürüyüş daha gerçekleştirdikten sonra Sirkeci Garı’na doğru son köşeyi döndüğümüzde, gezi boyunca ciğerlerimize kokusunun işlediği denizi görmenin büyük mutluluğunu yaşıyor insan. Bir gemi yavaşça uzaklaşıyor, arkasından martılar “Gitme!” diye haykırıyor sanki… Uçuyorlar var güçleriyle geminin peşinden… Öylesine kalabalık ki; kavuşanlar, veda edenler, hüzün dolu gözlerle denizi seyredenler, küçücük teknelerinde ekmek arası balık satanlar, Galata Köprüsü’nden olta atan insanlar… Boğazın güzelliği ile büyülenirken; Galata Kulesi’ne takılıyor insanın gözü. “Sen sadece bir gün yaşıyorsun bu duyguları. Ben on beş asırdır buradayım; İstanbul’un her haline tanık oldum ve olmaya devam edeceğim. Bu şehrin güzelliği anlatmakla da yazmakla da bitmez.” diyor.