Bağcıklar, kulaklar, tokalar, kayışlar, zincirler; astar ve ökçeler vardı.
“Koridorlarda boylu boyunca takırdayan, sokakları hışırtıyla geçen, aniden karşısına çıkan bir topa neşeyle vuran, evden dışarı sıkıntıyla, dışarıdan eve uçarcasına dönen, birini heyecanla beklerken topuğu yere değip kalkan; işe, düğüne, gezmeye, eğlenmeye, ölmeye giden ayakkabılar vardı dünyada. Bağcıklar, kulaklar, tokalar, kayışlar, zincirler; astar ve ökçeler vardı. Kunduralar, botlar, makosenler, iskarpinler, ruganlar, sandaletler, köseleler, yemeniler, çizmeler, körüklüler, apartman topuklar, babetler, sporlar, protezler; deriler, süetler, lastikler; tabanı delinmişler, sivri topuklar, arkası basılmışlar, kimi ayna gibi parlayan, kimi dünyanın tozu dumanını yutmuş ayakkabılar vardı her yerde…”
Kemal Varol’un Ucunda Ölüm Var adlı kitabının küçücük bir parçası. Sadece ayakkabılara yüklediği bu anlamların çok daha fazlasını yazmış.
Hayatımda beni en çok etkileyen az sayıda romanlardan biri diyebilirim.
Konusu şu şekilde:
Hayatının 50 yılını gidip geri dönmeyen bir aşk uğruna heba etmiş bir ağıtçı kadın… Bir de ağıtlarını yaktığı genç, yaşlı; hasta olup uzun süre ölümü beklemiş ya da aniden ölümle burun buruna gelmiş basit insan hayatları…
Basit diyorum çünkü; geldiğimiz şu günlerde de bir insanın hayatını kolayca; sorgusuz, düşünmeden elinden alıveriyorlar.
İşte Ucunda Ölüm Var; Ağıtçı Kadın’ın ağıt yaktığı ölenlerin yaşamlarına, yarım kalmışlıklarına ışık tutuyor.
Öyle çok kurgulanmış, şaşırtıcı ölümler değil üstelik. Hayatın içinden; her an karşılaşabileceğimiz, duyduğumuz ölümler…
İnsan bu romanı okurken kendisini öyle çok buluyor ki içinde! Herkesin hayatında yarım kalmış bir hikayesi vardır sonuçta.
Tıpkı Ağıtçı Kadın gibi…
Aylarca; aklıma geldikçe düşündüm Ağıtçı Kadın’ı. Acısını, her cenazeye sevdiği Heves Ali’yi; canlı olmasa bile son bir kez ölüsünü görmek umuduyla gidişini. Ölümün bize ne kadar yakın oluşunu. Bir günümüzü bile boşuna geçirmememiz gerekirken, bir ömrü nasıl heba ettiğimizi düşündüm. Sonra aslında küslüklerin, egolarımızı tatmin etme çabasının; insanların birbirleri üzerinden daha fazla menfaat kazanması için yaptığı savaşların ne kadar gereksiz olduğunu düşündüm. Hayat; kavga etmeyecek, kin gütmeyecek kadar kısa. Başkaları ile yarış halinde olmak yerine yapılacak daha güzel işler var. Daha fazla müzik dinlemeliyiz mesela. Ailemiz ve arkadaşlarımızla daha çok zaman geçirmeli, daha fazla film seyretmeli, çok daha fazla kitap okumalıyız. Daha fazla çocuğa, daha fazla sokak hayvanına dokunmalı elimiz. Belki bir enstrüman çalmayı ya da bir resim yapmayı denemeliyiz. Tiyatroya, konserlere gitmeli, görebildiğimiz kadar farklı yer görüp hepsini benliğimize katmalıyız. Belki o zaman tüm bu güzellikler kurtarır dünyayı. Belki o zaman hayatımızı tek bir şey uğruna heba etmeyiz. Sonuçta hayat kısa ve ne kadar yaşasakta ucunda ölüm var!